Ana içeriğe atla

ŞANSSIZ


 



Bana kendince anlamlar yüklemişsin, her şey zihnindeki bir kurgudan ibaret.” Bütün gece kulaklarında yankılandı bu ses. Karanlık koyulaştıkça koyulaştı, sabah uzaklaştıkça uzaklaştı. Sanki aynı cümle ile aynı zaman diliminde takılı kalmıştı. Ne zihnindeki bu cümle susuyor ne gece bitiyor, bir türlü sabah olmuyordu.


Yaşam döngüsü denen şey, ona manalar yüklemeden başlamaz ki… Benliğinden küçücük bir ben koparır, eklersin başkasınınkine. Aradan zaman geçer, büyümeye başlarsın karşındakinde. Büyürken de karşındakini tüketirsin, sen artarken o azalmaya başlar.


Saçmasapan düşüncelerden sıyrılmak için sıkıntıyla yatağında doğruldu. Bir şiir kitabı çıkarma hayaliyle çıktığı bu yolculukta, birkaç ucuz ürünün reklamı için metin yazmaktan öteye gidememişti.


Ne kadar şanssızım.” diye düşündü. Son günlerde tek düşündüğü buydu zaten. Kazandığı para kıt kanaat geçinmesine ancak yetiyordu.İki gün sonraki doğum günü için ona hediye alacak kadar parası bile yoktu cebinde. “Bari en iyi bildiğim şeyi yapayım, ona şiir yazayım hediye olarak.” diyerek bir şiire başlamıştı. Ama ne kadar yazarsa yazsın sanki hiçbir kelime hissettiklerinin anlamını karşılamaya yetmiyordu. Yatağının yanındaki komidinin üzerinde duran yarım kalmış şiiri eline aldı, kağıdı iyice buruşturup kapının eşiğine fırlattı. Artık bir anlamı kalmamıştı nasıl olsa.


Kalktı, bir çay demledi hüznünün koyu karası kıvamında. Birkaç yudum almıştı ki aç karna içtiği çay midesini bulandırdı. Yarısı içilmiş bardağı tezgaha bırakıp hızlıca üzerine bir şeyler geçirdi, kendini sokağa attı.


Sonbahar mevsiminin ilk yarısının çoktan geride kaldığı, havanın soğukla sıcak arasındaki ikileminde kazananın belli olmadığı bir sabahtı. Taze havayı ciğerlerine çekti. Bu erken saatlerde sokak neredeyse bomboştu. Kaldırım kenarına kıvrılmış bir köpek, yere düşen çınar yapraklarını türkü mırıldanarak süpüren bir belediye işçisi ve yolun yanındaki boş arazide kümelenen martı yığını dışında kimsecikler yoktu. Köşedeki fırından yayılan taze ekmek kokusu ona açlığını hatırlattı.


Yazdığı şiirlerin taslağını farklı yayınevlerine bırakmış, hemen hemen hepsinden olumsuz dönüşler almıştı. Bugün son yayınevine uğrayacaktı. Kaçıncı yayıneviydi sayısını bile unutmuştu. Her birinden benzer sözler işitmişti. “Şiirleriniz ruha hitap etmiyor, insanları etkilemek için yeterli olmadığını düşünüyoruz. Ancak umut vaat ediyorsunuz, kendinizi biraz daha geliştirirseniz ileride birgün neden olmasın?”


Aslında yayınevi uzaktaydı ama kalabalık otobüse binmektense yola erken çıkıp yürümek daha cazip gelmişti. Zaman ilerledikçe sokaklardaki insan sayısı da artıyordu. Tüm yüzlerde bıkkınlık, herkeste bir yere yetişme telaşı…


Yayınevinin kapısından girdiğinde saat 9’a geliyordu. Girişteki masanın başında bir eliyle esneyen ağzını kapatan diğer eliyle bilgisayarda bir şeylerle uğraşan sekreter kıza yapmacık bir gülümsemeyle:


Günaydın, Tacettin Bey odasında mı? Diye sordu.


Sekreter kızın yüzünde “sanki Tacettin Bey adını söylemeden seni nereden hatırlayacaksa” bakışı dalgalandı.

Geçen hafta “(S)onsuzluğun Güncesi” adlı şiir kitabımın bir taslağını bırakmıştım.


Sekreter kız, önündeki paralel telefondan patronunun odasını tuşladı. Kitabının adını söyleyip kendi adını söylemeyi akıl ademeyen amatör şair hakkında patronuna malumat verdi.


Buyrun, Tacettin Bey sizi bekliyor.


Ahşap merdivenlerin gıcırtıları arasında bir üst kata çıktı. Burası üç katlı, eski, ahşap bir binaydı. Yayınevleri böyle otantik binalarda çalışmayı severdi. Edebiyat ve mimarinin otantik buluşması…


Kapıyı üç kere tıklattı. “Acaba çok mu sert vurdum?” diye düşünürken belli belirsiz bir “girin” kelimesi işitti.


Tacettin Bey, masanın arkasındaki yıpranmış deri koltuğuna gömülmüş, arkasında boydan boya kitap kaplı rafların önünde oturuyordu. Masasının üstünde okunan ya da okunmayı bekleyen bir sürü aday kitap kopyası yüksek yığınlar oluşturmuştu. Adamın elinde tuttuğu ve kendisine ait olduğunu bildiği dosyaya kaydı gözü. Tacettin Bey, yakın gözlüğünün üzerinden bakarak “Şiirlerinizi okudum ancak...” ile başlayan o çok tanıdık cümlelere başladı.


Binadan çıktığında son umudunu da yitirmişti. “Hayatımda güzel giden hiçbir şey yok.” diye düşündü. “Ne kadar şanssızım.” Aşk acısı, aş acısı, iş acısı… Sanki gündelik hayatın tüm acılarını tek bir hapa sığdırıp zorla ona yutturmuşlar gibi… Boğazından geçememiş de yumru olup takılı kalmış.


Kafasında binbir düşünce, dalgın dalgın yürürken gözüne yerde bir cüzdan ilişti. Gözleriyle etrafını taradı. Son zamanlarda izlediği sosyal deney videoları geldi aklına. Cüzdanı alıp almamak arasında gidip geldiği birkaç saniyenin ardından hızlıca eğilip cüzdanı aldı. Kaliteli deriden, kabarık bir cüzdandı. İçini açıp baktı. Bir sürü döviz ve bir kartvizit. Tam da ihtiyacı olan para… Ama yapamadı. Parayı öylece alamazdı. Karşıdan gelen taksiye el edip kartvizitin üzerinde yazan adresi söyledi. 20 dakikalık bir yolculuktan sonra, cebinde kalan son parasını da taksiciye verip, adreste yazan lüks ofis binasının önünde durdu. Cüzdanın sahibi yaptığı iyiliği ödüllendirirdi herhalde. Ofisteki takım elbiseli ama insanda tuhaf bir huzursuzluk hissi uyandıran adamlara, kartın üzerindeki kişiyi sordu:


Bende bir emaneti var, ondan başkasına veremem.


Son derece pahalı mobilyalarla döşenmiş bir odaya alındı. Pahalı takım elbisesiyle onu bekleyen kişiye – cüzdanın sahibine – emaneti teslim etti.


İçinde eksik yok değil mi?


Hayır, isterseniz kontrol edin.


Tamam, gidebilirsin.


Şaşkın, öfkeli, cebindeki son parayı da harcamış halde, neredeyse sokağa atıldı. Değil ödül vermek, adam teşekkür bile etmemişti. Keşke bütün parayı cebe indirseydi, böylelerine müstehaktı. “Adi herif, bari taksi paramı verseydi.” diye söylendi. Ne cebinde beş parası ne yürüyecek hali kalmıştı. Mecbur toplu taşıma ile dönecekti. Tam da iş çıkışı saatleri… “Ne kadar şanssızım.” diye düşündü yine. En yakın duraktan gideceği istikamete bir otobüse bindi zar zor. Otobüs o kadar kalabalıktı ki, sanki şoför ani bir fren yapsa, kimse yerinden kımıldayamayacak bile. O sırada telefonu çalmaya başladı. Tam sırası, zaten ayakta zor duruyordu. Ama telefon çalmaya devam ettikçe insanların yüzünde “ Aç artık şu telefonu, bağırtıp durma.” ifadesi beliriyordu. Arayan reklam ajansıydı. Önceki işlerinden memnun kaldıklarını, kurumsal bir firma için iyi bir ücret karşılığı reklam metni yazmasını teklif ediyordu.


Yorgun ama içinde iş almanın verdiği umut kırıntılarıyla evine vardı. Neredeyse akşam olmuştu ve bütün gün hiçbir şey yememişti. Dolaptan çıkardığı dünden kalma iki dilim pizzayı iştahsızca yedi. “O kadar yorgunum ki...” üzerini bile değişmeden kendini kanepeye bıraktı. Dipsiz bir karanlığa ve saçmasapan rüyalara daldı kısa sürede.


Ertesi sabah, belediye işçisinin süpürdüğü sokakta, rüzgarın havalandırdığı bir gazete parçası havada dans ediyordu. Bugüne ait bir gazeteydi ve üzerinde şöyle bir cümle: “Lüks ofise yapılan polis baskınında, yüklü miktarda sahte döviz ele geçirildi.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

VATANIMIZ İÇİN

                    Zamanında kazanılmadı bu topraklar kolay  Gerçekleşti o zamanlar birçok olay Hangi düşman gelirse gelsin bu topraklara  Onları geldikleri gibi göndeririz zor da olsa Bu vatan için döküldü kanlarımız Şehit oldu birçok vatandaşımız  Onları anarız saygıyla  Gururlanırız vatanımızla

Barış Dolu Bir Dünya İçin

    Sevgisiz bir dünya düşünülemez Barış olmadan yaşam sürdürülemez Herkes sevgiye muhtaçtır Aksi söylenemez Çocuk demek sevgi demek Sevgi demek barış demek  Dünyaya barış hakim olmalı Bunu çocuklar başarmalı