“Elma şekerci gellldiii! Handan, Bilal, Refika...Elma şekerci gellldiii! Yavaş yavaş gelin, bekliyorum.” Ardından bir patırdı, bir koşturmaca... Sanki geç kalırsam diğer çocuklar bütün elma şekerlerini yiyip bitirecek telaşı... Elma şekerci adamın uyarılarına inat, daracık, badanalı merdivenlerden ikişer üçer atlayarak, adeta kanatlanıp uçuşumla başlar hatırlayabildiğim en eski anılarım. Yüzünü asla hatırlayamasam da, sesi hala kulaklarımda. “Elma şekerci gellldiii! Handan, Bilal, Refika...Elma şekerci gellldiii! Yavaş yavaş gelin, bekliyorum.” Hedefe varılmıştır, hepimizin dili kıpkırmızı, ellerimiz yapış yapış, çabuk bitmesinden korktuğumuz elma şekerlerimize kavuşmuşuzdur. Mahalledeki tüm çocukların adlarını ayrı ayrı bilerek bende hayretler uyandıran bu adam, annemin dediğine göre, şimdi ellerinin kirini görsem yanına yaklaşmayacağım biriymiş. Olsun, hafızamda yer ettiğine göre, şimdi duysam sesini, yine koşardım ardından. Çünkü bu ses şehirdeki tek hatırlayabildiğim hatıramdı.
Köye taşındığımızda, arşivimde biriktirecek daha çok hatıram da olmuştu. Sanki günler daha uzundu ve zaman daha yavaş akıyordu köyde. Özellikle sıcak yaz günlerinde, anne babaların sabah ezanıyla tarlalara gidişinin ardından, bütün köy, bütün gün bizim olurdu. Aksi halde o kadar çok oyunu bir güne nasıl sığdıralım? Önce kim kalkarsa, elinde salçalı köy ekmeği, bir yandan kahvaltısını eder bir yandan da diğer çocukların kapısını çalmaya başlar:
— Handan!
— Bekle biraz, salçalı ekmeğimi yapayım, geliyorum.
— Ben Mesadet'i ünlemeye gideyim o zaman, işin bitince dübeğin oraya gel.
Buluşma noktamız her zaman aynıydı. Köyün ortasındaki meydanda bulunan mermer dübek. İçinde dövülen buğdaylardan avuç avuç yediğimiz, keşkekli köy düğünlerinin müjdecisi-ki çocukken keşkeksiz düğünlere gitmezdim bile- dübek...
Kadro tamamlanınca başlardı soluksuz eğlence. Çocuklarla oynadığımız oyunlar arasında en çok “saklambaç” ve “ortada sıçan”ı severdim. Ufak tefek, çelimsiz ama hızlı bir yapım olduğu için bu oyunlar işime gelirdi. Her yere sığabilir, istesem tüm gün hayalet olurdum. Ya da sıçan kelimesinin hakkını verircesine toptan kaçabilirdim ta ki bacaklarımda takat kalmayana kadar. Sanırım bir tek “körebe”yi sevemedim. Gözlerimi bağlayıp, kapkaranlık boşlukta sesleri yakalamaya çalışmak... Kimseye itiraf edemezdim ama korkardım gözlerimin bağlanmasından.
Eğer pamuk zamanıysa ve pamuklar toplanıp balyalar dizilmişse oynayacak başka oyunlar da çıkardı bize. Balyaların üzerinde zıp zıp zıplayarak akrobatik hareketler yapmak, üzerlerine binip atçılık oynamak... Köyde en çok balya Emrelerde olduğu için, bu oyunun mekanı da belliydi.
Bazen erkekler maç yapmaya giderler, biz kızlar da dünya aşçılarına taş çıkartacak maharetli ellerimizle çamurdan türlü pastalar, yemekler, kurabiyeler yapardık. Yaptığım yemekler zamanında çok beğenilmiş olacak ki, ailenin yaşlılarıyla bir araya her gelişimde hala eserlerimden övgüyle bahsedilir. Yine hünerimi konuşturup, her biri sanat harikası olan yiyeceklerden sofra oluşturduğum bir gündü. Biz misafirperverliği ailemizden öğrendik. O kadar yemeği arkadaşlarla paylaşmadıkça, komşuculuğun tadı mı olur? Damdan bozma evimizin arka bahçesinde, zerdali ağacının yanında, çamurdan yapılma, küçük bir-o zamanlar bana kocaman salon gibi gelen- tavuk kümesi vardı. Otlar ve çiçeklerle süslenmiş pastalarımı ikram etmek için, arkadaşlarımı bu mütevazi evime davet etmiştim. Yemekler yendi, sohbetler edildi. Ama akşam olup da, annem yorgun argın tarladan dönünce, onun çığlıklarıyla öğrendim tavuk biti denen şeyi. O yorgunluğun üstüne bir de bitlerimi ayıklama işi çıkmıştı anneme. Böylece hayattaki ilk evime veda etmek zorunda kalmıştım.
Yazları köyümüze tarlalarda çalışmak için başka yerlerden mevsimlik ameleler gelirdi. Çoluk çocuk traktörlerin arkalarına doluşurlar, bir yorgan bir döşek, birkaç mutfak eşyasıyla kendilerine gösterilen yerlerde iki aylığına ikamet ederlerdi. İşte bu göçmen amelelerden birinin kızıydı Hülya. Onunla nerede, nasıl tanıştık şimdi hatırlayamıyorum ama bir oyun arkadaşımız daha olmuştu artık. Hülya, soluk beyaz tenli, uçuk sarı saçlı, zayıfçacık, tabiri caizse solucan gibi bir kızcağızdı. Renksiz dudaklarının çevresinde bulunan, uçuk gibi kahverengiye çalan yaralar, ona daima hastalıklı biri görüntüsü verirdi. Anne babası tarlaya gidince ninesiyle evde kalırdı.
Öğlen güneşinin tepemizi kavurduğu günlerden biriydi. Sıcaktan nefesimiz kesilse de çocuk dediğin şey ne hastalık ne yorgunluk biliyor. Evde oturmakla zaman geçer mi hiç? Aceleyle birkaç dilim köy ekmeği, plastik turuncu burguluya da çilek reçeli koyup kendimizi sokağa attık. Taş örgülü pencereden, Hülya'nın ninesinin kırışıklıklara gömülü ufacık mavi gözleri belirdi:
— Mari kızanım, karnınız acıkmadı mı sizin?
— Acıkmadı nene!
— Melakeler mi doyuruyor sizi?
— Yanımıza bir şeyler aldık, acıkınca yeriz.
— Gölgede oynayın o zaman, başınıza güneş geçmesin.
Biz oradan uzaklaşırken, arkamızdan ninesinin kesik kesik konuşmaları çalınıyordu hala kulağımıza.
Dübeğe giden yolun iki tarafında sararmış otlar ve pıtıraklar havanın sıcaklığına adeta şahitlik ediyorlardı. Hülya bugün daha solgun görünüyordu. Yüzü, denizden çıkarılıp kurak toprağa bırakılmış balık gibi mat ve kuruydu; derisi pul pul dökülüyordu sanki.
— Dutun gölgesinde oynayalım, dedim.
İlla dübek taşının oraya gitmek istedi. Orda hiç ağaç yoktu ki. Sıcağın alnında evcilik oynamak istemesem de “hayır” demedim ona. İşin ucunda oyun olsun da... Kah sek sek oynayarak, kah gazoz kapaklarına doldurduğumuz kumdan yemekler yaparak iyice koyulaştırmıştık oynamayı. Bir ara Hülya'nın burnundan incecik bir kan, terden ve kumdan yol yol lekelenmiş çenesine doğru ilerlemeye başlamıştı. Burnunu işaret ederek:
— Hülya burnun, dedim.
Bir şey demedi, kirli elleriyle sildiği burnu, şimdi yüzünü kızıl-kahverengi bir karışıma bulamıştı. Burun kanaması çok da mühim bir şey değildi. Güneşin alnında kendimizi kaybettiğimiz anlarda hepimizin burnu kanayabilirdi. Karnım hafiften acıkmıştı.
— Hadi gidelim artık. Yanımızda getirdiğimiz ekmekler sıcaktan taş gibi olmuş, yenecek halde değil, dedim.
Bu defa itiraz etmedi. Ağır ağır geldiğimiz yoldan geri döndük.
— Yarın sabah sen beni çağırmaya gel, dedim.
— Bakarız, dedi. Zaten ağzından kelimeleri cımbızla çektiğimiz Hülya'nın bugün konuşmaya hiç niyeti yoktu demek ki.
Akşam yemeğinde tarhanamızı kaşıklarken, telaşla kapı çalındı. Gelen amele başıydı:
— Ramazan'ın kız hastalanmış, acele şehre götürüyorlar, dedi.
Ramazan? Hülya'nın babasının adı Ramazan mıydı? Tarhana çorbasının ağzımda çoğaldıkça çoğaldığını, boğazımı acıtarak, taş gibi mideme oturduğunu hissettim.
Ertesi gün Hülya'nın beni çağırmasını bekledim. Gelmedi. Ondan sonraki günlerde gelmedi. Sonra bir akşam haberi geldi. “Hastaymış zati talihsiz, kurtaramamışlar.”
Yıllar sonra köye gittiğimde ne dübek taşı vardı ortada, ne pamuk balyaları, ne de çamurdan yemeklerim. Sadece sek sek oynayan, solucan gibi bir kızın hayali, ağzımda salçalı ekmek tadı...
Yorumlar
Yorum Gönder